23 Haziran 2008 Pazartesi

yaş 30... ne demek acaba?

Bu hafta, çarşamba gününden itibaren artık soranlara "30 yaşındayım" demek zorundayım...

Sanırım biraz da popüler kültür dayatmaları sayesinde (20li yaşların başında aşı dozda izlenen Ally Mcbealler vs...) 30 yaş gençliğimin sonu, yaşlanmanın başı, hayatımın bir dervresinin bitiş düdüğü gibi geliyordu hep bana...

Bunu görmek/fark etmek için bir milat gerekmiyormuş aslında, uzun bir süredir her yerde işaretler varmış... Örneğin dün gittiğim filmde geçmişe flashback yapıyorlar... Sahne: çılgın üniversite kampüsü, herkes sarhoş, herkes deli gibi dans ediyor, belli ki gecenin çok ilerlemiş bir saati ve sene 1998, Bill ve Monica olayı yeni patlamış, kostüm partide herkes Bill ve Monica kılığında... sonra sahne bugüne dönüyor, aradan yıllaar geçmiş ve o partide tanışan 2 kişi acayip iyi dost olmuşlar, birbirlerini çok çok iyi tanıyorlar çünkü o tanışmanın üzerinden yıllaaar geçmiş...

Bir de günlük hayatta fark etmemek için çabalasan da gelip gözüne gözüne giren işaretler var... Gece bir yere eğlenmeye gittiğinde etrafındaki 20-21 yaş grubuna "ya biz de böyle eğlenir miydik eskiden, insan biraz etrafına saygılı olur, cık cık cık" yapmak mesela... ya da bir filmden bir diziden bahsedilince imdb.com'a girip sinemada çok yakın zamanda izlemişsin gibi gelen filmin alsında 1996 yapımı olduğunu görmek gibi.. Oysa ben içtiğim diet kolaya buz koymadıklarını, buna sinir olduğumu, patlamış mısır yedikten sonra elimi silecek ıslak mendil bulmadığımdan ara verilene kadar filmi ellerim havada izlediğimi o kadar net ve canlı bir şekilde hatırlıyorum ki...

Sorun aslında şu: ben kendimi 30 yaşında olmam gerektiği gibi hissetmiyorum çoğu zaman, Sezen Aksu'nun da dediği gibi "öğrenmedi gönül yaşlanmayı, dünya zamanıyla gün saymayı" Kabul etmiyorum ben 30 yaşı desen de geliyormuş işte...

Biraz buruk, biraz şaşkın kendi kendimin doğum gününü kutluyorum, iyi ki doğmuşum sanırım...

22 Nisan 2008 Salı

London'a gittim ben...

Öncelikle belirteyim, yazı boyunca Londra değil London denecektir ve de "landın" diye değil bildiğin "london" şeklinde okunacaktır:))

Yaklaşık bir ay önce yüksek lisans yaptığım okuldan bir e-mail geldi.. "Mezuniyet töreni Milano'da değil, okulumuzun Londra kampüsünde yapılacaktır" diye... ve ben hemen hazırlıklara başladım.. neredeyse dişimdeki dolgu sayısına kadar özel ve tüzel kişiliğimle ilgili tüm bilgileri, paramı pulumu, parmak izimi, gözümün rengini, vs vs vs..
. İngiltere'ye gönderip vize aldım (tabi Alef de davetiye gönderdi, vallahi bizde kalcak, ben bakıcam ona, size hiç sorun çıkartmaz, bu bi yerde bizim aile meselemiz... diye) Belgeleri vereceğim gün bir de son dakika fotoğraf krizi çıktı ama atlatıldı, 2 gün içinde vizeli pasaportumu aldım, valizimi topladım, yola koyuldum...

Cumartesi akşamı Thames nehrine nazır, Müzeyyen eşliğinde, rakı&balık yapıyorduk...(hayır fish&chips değil, bildiğiniz mangalda mis balık, patlıcan, biber ve de rakı)..
Her gün ne yaptığımı değil de gezinin bence en süper anlarını anlatayım istiyorum... Şimdi benim sevdiğim bi vecize vadır: "Hayat yiyince güzel, ama çikolata yiyince daha da güzel" :))) bu cümlenin kapsamı içinde düşünüldüğünde, Harrods ve de Selfridges gibi mağzalarda ne kadar mutlu olduğumu anlatmama gerek yok sanırım:)) jelly beanler, şekerlemeler ama en önemlisi de hiçbir insan beyninin hatırlayamayacağı kadar çok çeşitli çikolata... ekteki fotoda yüzüm biraz daha net çıksa yüzümdeki mutluluk ve huşu ifadesini görebilirdiniz...

Burası Harrods'ın çikolata reyonunun sadece bir kısmı... Selfridges'dan da iş yerindeki kızlara çok ilginç bi şekerleme getirdim, sanırım dönmeme değil şekerlemeye daha çok sevindiler..:)) fotoda da görüldüğü gibi (ancak yarısının fotoğrafını çekebildim, bir gün daha beklesem onu da yemiş olurduk sanırım) yanındaki çekiçle kırarak yiyorsunuz, ama ne yazık ki(!) parçalar biraz büyük oluyor, kocaman kocaman şekerlemeleri yemek zorunda kalıyosunuz... Bunu böyle "fennin son icadı" şekilinde hayretler içinde anlatıyorum çünkü hayatımda ilk kez böyle bir şey
görüyorum hem de cidden çok lezzetli...



Harrods'dan sonra Wholefoods diye bir yere götürdü Alef beni. Friends izleyenler bilir, dizinin başlarında Monica "açık muftak" şeklinde bir yerde çalışır, ne istediğini ve nasıl istediğini yemeği bizzat hazırlayan şahsa anlatırsın, gözünün önünde yemek hazırlanır. Burası da aynı şekilde işliyor, alt kat organik-katkısız ürünler satan bir market, kendi mis kokulu fırını da var (ki akla ziyan bir koku, insanın ayrılası gelmiyor), üst katta ise restoran kısmı var.. biz birer salata yedik üstüne de süpper İtalyan dondurması... Şimdi bu salata konusunda genelde beni en huzursuz eden şey salataları karıştırmadan getirilmasi, bir kafede sezar salata alırsın mesela marullar, icebergler öyle kalıp halinde sosa yağa bulaş
madan bekler, ister ki sen ona bulaşasın. Burada leğen gibi bi çelik kapta herşeyi karıştırıp sonra küçük bir kaba aktarıyorlar... sonuç cidden çok başarılı oluyor. Bir de yanında içtiğim şeyi o kadar beğendim ki dayanamayıp fotoğrafını çektim. Meyveli soda bu ama içinde gerçek meyve püresi var, ne meyve suyu gibi insanın içini bayıyor ne de soda gibi tatsız, üstüne üstlük sağlıklı bir şeçenek...etiketinde "bu suda 89 tane frenk üzümü 13 tane böğürtlen var" yazıyor. Süpper di mi? Tamam, çok uzadı bu yeme-içme muhabbeti. Sanatsal faaliyetlere geçiyorum.


Sonraki gün sinemaya ve de cuma günü de müzikale gittik. Sinemada Alef uyudu:)) çünkü, gerçekçi olmak lazım, film biraz sıkıcıydı. George Clooney olmasaydı ben de uyuyabilirdim, ama George vardı Allahtan. Daha önce London'a gittiğimde
Alefi müzikale gitmeye ikna edememiştim, sebebi ise şu; kendisini yıllar önce Büyük Tiyatro'da "Üç Kuruşluk Opera"ya götürmüştüm, o gün bugündür müzikal denilince gözlerinden yaşlar boşalıyor ve sinirli kahkahalar atmaya başlıyor. Haliyle bu sefer de biraz zor oldu kandırmak ama sonuçta sanat kazandı - Chicago'ya biletleri aldık ve Cuma günü matineye gittik. Her ne kadar bacak boyları benim boyuma eşit olan dansçıları görünce kendimi biraz kötü hissetsem de Alefin arada aldığı çikolataları yediğimde moralim düzeldi... Ama ne kadar emek harcandığı belli olan performansı izlerken insanın tüyleri diken diken oluyor. London'a gidecek herkese tavsiyem, mutlaka önceden biraz araştırıp bir müzikale gitsinler, verilen bilet parasına değiyor.

Cumartesi günü de diplomanı aldım, benden bekleneni yaptım ve yere düşürdüm, sonra da Türkiye'de bir dükkan açıp duvarına asmayı düşündüğüm güzide diplomamı valizeme kaldırdım:)) Tören boyunca Alef gururlu ebeveyn şeklinde bol bol fotoğraf çekti. Pazar günü de yola çıkıp rötarlı uçaklarla eve döndüm. Hâlâ uykusuzluğu üzerimden atmış değilim ama değdi, Alefim herşey için sana ve Cü'ye tekrar teşekkürler:)

25 Şubat 2008 Pazartesi

fettuccine alfredo'msu bişey

Öncelikle belirtmek isterim fettuccine bulamadım, tagliatelle kullandım:)) aradaki farkı da italyanlardan başka kimsenin bildiğini/anladığını sanmıyorum:)) araştırmadım değil.. ama çok da detaylı bir araştırma yapmadım..sonuçta net bişey bulamadım.




Herneyse, pazar günü İtalyada beraber master yaptığım Ninay ve arkadaşı Atena ile yemek yedik öğlen... menüde kırmızı fasulye salatası, tavuklu fettuccine alfredo ve üzerine çikolata şelalesi&dondurma vardı. Bu makarnanın tarifini bir çok internet sayfasından çalıştım; cooks.com, allreceipes.com, wikipedia.com vs... En son Emre'nin (kendisi en bi gurme arkadaşımızdır:)) ) fikirlerini de alıp aşağıdaki tarife ulaştım.




Çok hızlı ve sıcak bir şekilde masaya getirmek istediğim için pişirme sürecinin fotolarını çekemedim ama sonuç fotosunu çekebildim.






Tarife gelince;


Bir kutu Tagliatelle makarna
Küp küp doğranmış tavuk göğsü
Bir kutu çiğ krema
Biraz süt
Rendelenmiş parmesan
sarımsak
limon
mısır
maydanoz




Bir tavada küp küp doğradığınız tavukları kızartmadan pişiriyorsunuz, kızarınca sertleşiyor, hem de bir fasıl daha pişeceği için kızaracaksa o zaman kızarsın diye beyaz bir şekilde bırakıyoruz tavukları (biz 3 kişiydik, 2 parça tavuk göğsü yetti de arttı bile). Tam kutunun üzerindeki süreye göre, suya 1 kaşık zeytin yağı ve tuz koyarak makarnayı haşlıyoruz. Makarna haşlanırken ince ince doğranmış 3 diş sarımsağı geniş bir kapta zeytin yağına aromasını verene kadar pişiriyoruz (sarımsaklar yanmadan yağdan çıkarın, ben tava olarak wok kullandım, daha sonra makarnayı da bu karışıma ekleyeceğimiz için büyük&geniş bir kap olması rahat oluyor). Sarımsakları çıkardıktan sonra bir kutu çiğ kremayı ve de sos çok ağır ve koyu olmasın diye sütü, pişmiş tavukları sarımsaklı yağa ekliyoruz (ben bütün kutu makarnayı haşlamadım, kişi başı 4-5 top makarna attım, fazla bile geldi, o yüzden 1 kutu krema ve yarım çay bardağı süt yeterli oldu, bütün kutuyu pişireceğiniz zaman süt, tavuk, krema miktarını arttırın, zaten orjinal tarifte süt yok, ben biraz daha hafif olsun diye ekledim.. güzel de oldu)



Birbirleriyle kaynaşınca rendelenmiş parmesanı ekliyoruz (parmesan olarak hazır rendelenmiş olan değil de kalıp parmesan kullanılmasını hem ben hem de baktığım siteler tavsiye ediyoruz). Bu aşamada Emre'nin verdiği öğütleri dinleyip yarım limon suyu ve en son olarak da 2-3 kaşık mısır ekledim. Daha sonra haşlanmış-süzülmüş ve de biraz sızma zeytin yağı eklenmiş makarnayı bu homojenleşmiş sosa ekleyip iyice karıştırıyoruz. Servis yapmadan önce üzerine kıyılmış maydanoz serpiştirip afiyetle yedik.



Makarna yetti de arttı bile, dördüncü kişi olsa ona da yetebilirmiş...

7 Şubat 2008 Perşembe

sobelenmişim ben de:))

Yaşasın.. ben de artık blog dünyansının aktif bir üyesi olmak yolunda emin adımlarla ilerliyorum:))



maksat muhabbet olsun beni sobelemiş.. soru çok zor bi soru aslında...Hayatın sana öğrettiği üç şey nedir? Şimdi yaklaşık 30 yıllık hayatımda (evet alefcim, yaklaşık:)) ) bir sürü şey öğrenmişimdir, eminim aldığım dersler falan vardır... çantam gibi çıfıt çarşısına dönen hafızamı bi yoklamam gerek önce...



İlk aklıma gelenler... 36-42 kuzey paralleleri 26-45 doğu meridyenleri.. ama bunu hayat değil Nermin Öğretmenim öğretmişti... Sonra üçgenin iç açıları toplamı 180derecedir, hayır bu da değil, kar yersen bademciklerin şişebilir.. bu hiç değil... olmadı... Tamam, daha felsefi, böyle biraz didaktik bişeyler yazayım o zaman.



İşte benim ilk üç maddem



1-) Herkes göründüğü gibi olmayabilir ya da olduğu gibi görünmeyebilir. Bu sebeple seni sevdiğini söyleyen herkese inanma, sana davranışlarından bunu anlamaya çalış. Unutma kimse siyah ya da beyaz değil, her iyi insanın içinde bir kötülük potansiyeli olabilir ve bunun sana rastlaması halinde şoka girme.



2-) Bir iyilik yaptığında içten içe de olsa karşılığını bekleme. Her insanın sevgi/ilgi verebilme kapasitesi parmak izi kadar benzersizdir ve aynı ölçüde karşılıklar beklemek sadece seni yorar. Sevdiğin insanların yüzündeki mutluluk ifadesi senin için yeterli olmalıdır. Zaten sıcak bi kucaklamadan daha güzel bir karşılık da yoktur, gerçekten.



3-) Yaptığın herşeyi önce kendin için yap ve hatalarının/başarılarının sorumluluğunu başkalarına sakın yükleme. Unutma her sabah kendi yüzüne bakmak zorundasın ve gece yatağına yattığında vicdanın ve sen başbaşasın. Seni sen daha acımasız kimse yargılayamaz. Kendine hesap vermek zorunda olacağını bilerek yaşa.



Unutmadan, ben de alefi/incirin çekirdeğini sobeleyim, hadi bakem alefim, yaz.. ne öğrendin sen hayattan:)

25 Ocak 2008 Cuma

cheese cake; ama detaylı:)

Blog yazan herkesin kendine göre uyguladığı bir cheese cake tarifi-metodu var galiba.. özellikle de tatlı seviyorlarsa.. Mesela benim bir arkadaşım biraz daha light olsun diye krema yerine süzme yoğurt kullanıyor, bir tarifte tabanı pişirirlerken diğerinde buzlukta bekletiyorlar...

Ben de okuduğum-bulduğum-izlediğim tarfilerden ve de denenyimlerimden öğrendiklerimi paylaşayım istedim. Cuma günü pot-luck usulü bir akşam yemeği yaptık, genelde olduğu gibi tatlı getirmek bana kaldı (zaten götürdüğüm tatlıyı da kendim yiyorum ya , neyse:)) ).

Bu arkadaş grubuma daha önce hiç cheese cake yapamadığım geldi aklıma ve dedim hazır blog'a da tarif yazmaya başlamışken fotoları da çekip, nasıl yaptığımı anlatayım. Geniş kullanım kapasitesi sebebiyle en sevdiğim tatlılardan biri olduğu için Nesli'den (oda arkadaşım) tarifi ilk aldığımda, alır almaz işe koyulmuştum.. sonuç bir fiyasko olmuştu.. yağı çok koymuşum, hepsi fırına aktı, yandı, kabarmadı.. yani bir kekin başına gelebilecek herşey gelmişti başına ama ben üzerine kalınca bir tabaka çikolata sosu yapınca yenilebilir bir kıvama gelmişti.. zaten o gün o kadar çok ve çeşit makarna vardı ki tatlıya pek yer kalmamıştı...

Neyse, konuyu saptırmayım yine. Bu fiyaskodan sonra biraz çalışayım-danışayım dedim. Internette bi video tarifi buldum, balkabaklı cheese cake için. Bağlantıyı bulamadım şimdi kaynak veremiyorum, ama orda malzemelerin azar azar birleştirilmesi ve de çok yüksek devirde çırpılmaması gerektiği söyleniyordu. Hızlı çırpınca köpük olurmuş, o zaman da kabarır ve de soğurken çatlayarak çökermiş.
Bir de Cafe Fernando'dan öğrendiğim limon kabuğu işleme yöntemini kullanmaya başladım, kabukla da kalmadım tarife limon suyu da ekledim. Çikolatalı sosla servis yapılacaksa çok iyi olmayabilir belki ama meyveli soslarla "bi dilim daha var mı?" sonucu yaratıyor :))
Tarife gelince;
Taban için;
1 paket burçak ve 7-8 adet çifte kavrulmuş petibör bisküvi
50 gr tereyağı (oda sıcaklığı)

Harç için:
4 yumurta
2-3 dolu kaşık un
1 su bardağı şeker
1 paket vanilya
400 gr labne peyniri
1 küçük kutu (200ml) çiğ krema
isteğe bağlı;
limon kabuğu rendesi ve limon suyu


Öncelikle bisküvileri tereyağı ile birlikle mutfak robotunda un haline gelen kadar çırpıyoruz. Ben, tabanına sonradan yıkaması ve de başka bir tabağa aktarması kolay olsun diye kelepçeli kalıbı kilitlemeden önce yağlı kağıt koyuyorum ve de kenarlarını yağlıyorum biraz. Un haline gelmiş bisküvileri kalıba koyup bardağın altı ile ezerek sıkıştırıp ve de buzluğa atalım.. yer varsa:) genelde dondurulmuş meyvelerden olmuyor çünkü benim buzlukta, bu havalarda baklon da iyi bir seçenek oluyor... tereyağı dolapta bisküvilerle beraber donarken biz kekin üst kısmını yapacağız.


Yumurtaların akları ve sarılarını ayırıp, sarıları köpüklenene kadar düşük ayarda çırpıyoruz. Sonra eğer limonlu yapacaksanız, 1 subardağı şekerden 1-2 kaşık ayırp, Cafe Fernando'dan öğrendiğimiz gibi benmari üsülü limon kabuklarıyla karıştırıp kalan şekerle beraber yumurta sarılarına koyuyoruz. Bundan sonra labne ve krema eklenecek, ama dediğim gibi yavaş yavaş, topaklamayı egelleyerek, mikserin düşük ayarında karıştırıyoruz. Bu aşamada limon suyunu da koyabilirsiniz.

Diğer kapta yumurta aklarını beyaz bir köpük olana kadar çırpıyoruz. Burada da dikkat edilecek nokta mikserin çırpıcılarının temiz ve kuru olması. Aynı mikser parçasını kullanıyorsanız benim gibi, iyice yıkayıp, kağıt havlu ile kurutmadan çırpmaya başlamayın, köpürmüyor. Eğer limon suyu kullandısanız 3 dolu kaşık, kullanmadıysanız 2 dolu kaşık un ve 1 paket vanilyayı da yumurta aklarına ekleyin; yine topaklanma olmamasına özen göstererek. Bu arada yumurta aklarını çırpmaya başladığınızda fırını 170ºC ayarlayın ve de ısıtın.

Daha sonra bu iki karışımı homojen olana kadar, yine düşük ayarda çırpıyoruz. Buzluktan çıkan bisküvili karışımın üstüne döktükten sonra fırına atıyoruz. Fırına ve de karışıma bağlı olarak 30-40 dakika kadar sürüyor pişmesi.

Kek, böyle fırından çıkarınca az biraz sallanacak ama çok da cıvık olmayacak. Hatta kenarları biraz kızarmış oluyor. Çalıştığım blogların birisinde bunu "firm jiggle" olarak tanımlamışlardı.


Fırından çıkarınca, biraz soğuyunca, tamamen soğumadan, kenarlarını kör bir bıçakla kalıptan yavaş yavaş ayırın ki cheese cake çökerken kenarlardan çatlamasın. Kör bıçak diyorum ki, kalıbınız çizilmesin. Mutlaka çöküyor cheese cake, yoksa o kadar sosu nasıl barındırsın üstünde değil mi ama:))


İyice soğuyunca üzerine ister meyvelerden sos yapabilirsiniz isterseniz de çikolata sosu yapabilirsiniz. Ben son dönemde kırmızı meyveli muffin yapmak için aldığım 4-5 çeşit meyveyi buzluktan indirip, biraz bekletip mutfak robotunda çektikten sonra 1 kaşık nişasta ve 2 kaşık şekerle (kıvamı olsun diye) bir taşım kaynatıyorum, onu sos olarak kullanıyorum, çok da iltifat alıyorum. Bir diğer yöntem de böğürtlen-frambuaz gibi diyet reçelleri biraz sulandırmak. Hem daha light oluyor ( o kadar kremadan sonra :)) ) hem de yapımı çok kolay oluyor. Elbette hazır soslar da kullanılabilir. Seçim sizin.


Umarım işinize yarar tarif.

Afiyetler olsun:)

21 Ocak 2008 Pazartesi

iş-güç derken..yeni yıl-diyet vs...



Aylaaar önce yazdığım yazıda belittiğim üzere bir süre raporlu olarak evde yattım, işe bir geldim pir geldim... Ayağımı mı sürdüdüm nedir işler de benimle beraber geldi... Yılbaşı da dahil olmak üzere nefes almadan çalışıyoruz desem çok da abartmış olmam sanırım.. ama bu odamızdaki gelenekselleşmiş yılbaşı partimizi yapmamıza engel oldu mu? Hayııırrr:)) herkesler süpper mamalar getirdi, bir sürü güldük, bir sürü eğlendik...güzel güzel hediyeler aldık...vs...


Ama bundan önce beni haftalarca mutlu eden birşey oldu, Alefcim geldi...:)) bana noel babalı çoraplar getirdi, 1 ay kadar Türkiye'de kaldı ve de neredeyse birbirimize doyduk... 29 Aralık'da onun doğum günü için İstanbul'a gittim ve de çok da özlediğim arkadaşlarla yemek yedik, hem de boğaza nazır... aradabir sohbetten kopup manzaraya takıldığım olsa da Alefciğimi, Işılı, Volkanı, Cüneyt'i görmek çok güzeldi... masadaki herkese yılbaşı hediyesi olarak her sene yaptığım zencefilli adamlardan ve de tarçınlı yılbaşı kurabiyelerden yaptım.. tabi onlar ilk kez yediği için ve de gördüğü için pek bi iltifat aldım... e benim de pek hoşuma gitti elbet:))) Afiyet olsun arkadaşlar, siz isteyin ben hep yaparım...









Yılbaşında ise bu menüye kırmızı meyveli (yabanmersini, böğürtlen, frambuaz, cranberry) muffin ve yine pek sevilen çikolatalı muffinlerimden yaptım.. bunları envanter yapar gibi anlatıyorum? Girizgah olsun diye:)) maksatmuhabbetolsun'dan tombukcuğumun ve diğer arkadaşların öğütlerini dinleyip yaptığım mamaları burada da yayınlamaya karar verdim. Şimdilik sadece yılbaşı mamlarımızın bir-iki fotosu ve de meyveli muffinin ilk denemesinin fotosunu koyacağım. Partideki fotoları tombuk çekmiş, ondan aldım (teşekkürler) haa bir de yılbaşı temelı tarçınlı kurabiyem var, çam ağaçlı tabakta....








tarifleri daha sonraki yazıda yazacağım





şimdiii, yine daha önceki bi yazıda demiştim, "bundan sonra acılı diyet meceralarımı anlatacağım diye... eylülden bu güne, daha doğrusu 17 ekim 2007, post-bayram, daha çok göbek bölgemde yoğunlaşmış olan, emek emek biriktirdiğim yağlarımdan kurtulmaya çalışıyorum... Kolay mı? hayır. Gerekli mi? Evet:(... benim kadar yemek yemeyi seven, hatta yemek yemek için hiç bir zahmetten kaçınmayan bir insan için epey zor bir durum... Ben sevinirim, yerim; üzülürüm, yerim; sıkılırım, yine yerim... Gecenin bir vakti evde çikolata kalmamışsa kakaoya şeker katar onu yerim... Neyse sadede geleyim...yavaş da olsa, zor da olsa, süüpeeer diyetisyenim ve ben bana kilo verdirmeyi başarıyoruz gibi, beni sıkmadan, bunaltmadan, maksimum motivasyonla, şirin şirin kilo verdiriyor... Hayat tarzımda da değişiklikler yapmaya çalışıyorum, tabi bir günde olmuyor, ne derler Roma bi günde kurulmadı... öncelikle eskisi kadar çok yemiyorum (tahmin edileceği üzere) ama canım bişeyi çok isterse de yiyorum... ama böyle derin nefes alarak, su içerek, tadına vararak... yani bir oturuşta 80 gramlık çikolatayı yiyip, ikicini paketi açtığım günleri geride bıraktım (inşallah).. Ha bir de beni tanıyanların inanmayacağı birşey oldu... Artık daha çok hareket ediyorum, evde bile 40 dakika oturduysam bilgisayarın başında, kalkıp 2 tur atıyorum... tabi bunda bel ağrılarımın da etkisi var ama bu sefer daha bi sadığım amacıma sanki, herşey güzel olacak diyip duruyorum...


tabi öyle 3 ayda 15 kilo falan vermedim, ama bir-bir olsun, bizim olsun.. az olsun kesin olsun...

bundan sonraki yazılarda diyet yemek tariflerimi de yazmayı düşünüyorum, tabi yenilebilir olanları, öyle haşlanmış brüksel lahanası falan değil (ya ben nefret ediyorum bu brüksel lahanası denen şeyden, ne o öyle gırç gırç, lezzetsiz..) diyet tariflerinin yanında yukarıda fotosu olan muffinleri ve de kulabiyeleri ve de yeni deniyeceğim tarifleri de yazacağım

bu sanki biraz daha sıkıcı bir yazı oldu ama dedim ya, girizgah bu.. bu bölümü atlatırsanız devamı daha iyi olcak inşallah:)))