3 Ekim 2007 Çarşamba

Kadın Kuşağı programları toxic mi?

Öyleyse, Detox nasıl oluyor?

Şimdi diyeceksiniz ki madem 2 ay evdesin, faydalı bişeyler yap, kitap oku, kendini geliştir falan.. Ben bunların yerine sosyolojik bir araştırma yapmaya karar verdim:)) bir insan Seda Sayan ya da Derya Baykal'ı başından sonuna kadar izleyebilir mi? (diğerlerini söylemiyorum bile, inananın bana onlar "çoooook daha dayanılmaz" sınıfına giriyorlar ve sabah ve öğlen kuşağında Seda ve de Derya'yı tek geçerim) izlerse beyinde oluşan hasarı gidermek için kaç saat cnbc-e ve national geographic izlenmesi gerekir? detox için bunlar yeterli midir?

Ben henüz hiç birisini baştan sona izleyemedim, ama tespitim şu, ciddi bi hasar olmasa da yaratıcılıkta bir körelme, kullanılan kelime sayısında azalma, konuşma ve tonlamada farlılıklara neden oluyor.

Bunların yerine E2'deki kadın programlarını izliyorum, hani en azından yabancı dile faydası olur... Orada Rachel Ray teyze ve kendini Conan O'Brien sanan (tercih benzerliği yok değil :P, çok mu ayıp oldu bu?? öyleyse söyleyin silerim:)) ) Ellen teyze var. Rachel teyze bol bol manasız şeylerden bahsediyor, böyle yemek tarifi veriyor..hepsi de çok kolay! çok pratik!..bi de amanda aman, eskileri hödöyle kaplayıp zödöy yapalım, amanın best seller çıkmış "kahve bağımlılığı ile nasıl baş çıkılır??" 2 fincan kahve içerkene bunu irdeleyelim gibi... Ellen teyze, her sabah aynı dansı yapıyor, salak bişey, ama o ünlüleri çıkarıyor, konuşuyorlar falam.. işte o ilginç oluyor biraz. Yarın mesela How I met your Mother'daki Barney'yi ve de hatırlayanlar olacaktır kesin, doktor Doogie Howser'ı oynayan adam çıkcak mesela (Neil Patrick Harris).. the Tudors'daki Henry'yi çıkardı (Jonathan Rhys Meyers) çooook hoş bi adam..

Neyse dağıldım yine, e yapacak çok işim var ya(!) ondan böyle oluyor yazılar. En kısa zamanda AB, Fransızca gibi eğilmem gereken konulara eğilip bu sosyolojik araştımayı bir kenara bırakacağım.. tespitlerim aşağı yukarı tamamlandı zaten. Şunu söyleyebilirim ki, biz ülke olarak dedikodu&kavga ikilisini pek bi seviyoruz ve gelecek nesil çok ürkütücü olacak, çünkü onları eğitmesi gereken anneleri eğiten&geliştiren yok...Bunları izleyerek birşey kazanmaları pek de mümkün görünmüyor, bedava halı hariç...





28 Eylül 2007 Cuma

bi gün bi düştüm...ve...


Şimdi beni tanıyan herkes "bu yeni bişey değil ki" diyecek, hele beni yeterince uzun süredir tanıyanların çoğunun "bir gün yolda yürüyorduk, yan tarafıma bi baktım, Ceren yok, düşmüş.." şeklinde bir anısı vardır.. bunların en sonuncularından biri ve en belgelenmişi de Temmuz'da Bukiciğimizin düğününde halay esnasında gelinin eteğine basarak, benden beklenmeyecek bir 'zerafetle' havaya sıçrayıp hoooop yere düşmem; ilk şoku atlattıktan sonra kalkıp halaya devam etmem olur sanırım...



Genelde düşene gülerim, düşünce de gülerim... hatta bi keresinde babamın oturduğu sandalye olduğu yerde ikiye ayrılmıştı ve ben o kadar çok gülmüştüm ki babam 2 saat konuşmamıştı benimle:))) ya çok komikti ama... neyse yine konudan sapıyorum.. yeni paragrafta son düşme hikayemi ve devamındaki gelişmeleri anlatayım...



Efenim, ben az bi topluca (!) bi insanım, özellikle son 1 senede tez yazılacak ödev verilecek derken master süresince (Italya master maceralarım ayrı yazıların konusu, bi elim gitse de yazsam) verdiğim bütün kiloları gani gani geri aldım.. ve bunları vermek üzere tam bir girişimde bulunuyordum ki spora alışık olmayan bünyem ertesi gün yine spora zorlanacağını anlayınca kendini yerden yere attı, ama tepkinin sonuçları biraz ağır oldu:( L1 omurgam kırıldı.. Düşerken tam o noktayı merdivenin kenarına çarpmışım...



Şimdi burada ameliyata kadar geçen süreç, çektiğim ağrılar, ameliyat sırasında ve sonrasında yaşadığım sıkıntıları anlatıp içinizi baymak niyetinde değilim ama diyeceğim şu ki, tek başınıza tuvalete gidebildiğiniz her an için şükretmek lazım... sabah kalkınca çoraplarınızı kendiniz giyebiliyorsanız çok şükür...



Bu düşüşün güzel sonuçları da var elbette... herşeyde bir hayır (haayııır değil:)) ) var...



Bi kere fotoda da göreceğiniz gibi bir sürü oyuncağım oldu, bir de gelenlerin yazdığı "geçmiş olsun" defterim.. defterden öğrendiğime göre çok neşeli ve etrafına enerji saçan bi insanmışım, yokluğum fark ediliyormuş, özleniyormuşum... hemşireler beni katın en pozitif hastası ilan etti... bi de telefonumun şarjı gelen aramalardan o kadar çabuk bitti ki ne kadar mutlu bir ameliyat dönemi geçirdim anlatamam... Annem, canım, hep yanımdaydı... Babam, hastanelerden nefret etmesine rağmen sabah kahvaltısını yapmaya hastaneye geldi her gün, tüm kaprislerimi çekti, Anneme kaçak tatlı-köfte falam getirdi iftara...



Bu tatlı ve köftelerin bana değil Anneme gelmesinin sebebi de benim bir türlü vedalaşamadığım kilolarım.. ha bugün ha yarın derken kendileri vücüdumda bi koloni kurmuşlar, gidesileri yok... amma velakin bel rahatsızlığının en büyük, en önemli tedavisi belin taşıdığı yükü azaltmakmış.. bundan sonra rejim acılarım ve maceralarımı anlatacağım blogspotumda... inşallah en kısa zamanda, sorunsuz, sağlıklı bir şekilde dolabımdaki bütün kıyafetleri giymeye başlarım:)



Yani.. bir gün bir düştüm ve bütün hayatım değişti derim belki:))



Gelen-Arayan-Dua eden-Üzülen-Düşünen-Vah vah diyen herkese ne kadar teşşekkür etsem az... çok bi klişe belki ama insanı sevgi-ilgi iyileştiriyo.. hele de Cerenseniz, Yengeçseniz...:))



17 Eylül 2007 Pazartesi

Hoşgeldin Remezaan



Ramazan ayının 5. günü bugün... eskiden babaannem ramazan yaklaşırken günler önce haber verirdi.. "3 aylara girdik, ramazana şu kadar kaldı..." diye.. bana pek birşey ifade etmezdi 3 aylar ama Ramazan dedin mi orada duracaksın, pek severdim.. arkadaşlarla fırında pide kuyruğuna girer, oruç olmadığımız halde sıcacık pideyi eve tek parça halince götürmek için bütün irademizi kullanırdık (e tabi apartmandan içeri girince, kimse bakmadan-görmeden azıcık tırtıklardık:)) )...

Tekne orucu tutar, arife gününe bir gün kala anneannemlerin evine gider, arife suyuna banyo yapar, yengem bayram baklavası-suböreği yaparken tepesinde dikilir, küçük sofrada küçük oklavayla hamur açardım.. sanırım bu bendeki yemek yapma merakı o zamanlardan kalma.. çörek yapılır Amasya'da, (Amasyalıyız biz, hem annem hem babam, her bayramda da giderdik eskiden) çöreğin içine de haşhaş konur ama o haşhaş ezme kıvamına gelene kadar dibekte dövülür, anneannem de oyalanalım diye kuzenle benim elime tutuştururdu dibeği, vur Allah vur... canımız çıkardı, musluktan su içer tekne orucunu bile yerdik:))

Neyse, şimdi "direkler arasında ramazan çadırı kurulurdu" geyiği gibi oluyor farkındayım ama gerçekten eskiden herşey bu kadar ticari değildi, oruç tutan tutmayan Ramazan'a saygılıydı.. kimsenin canı çekmesin oruç ağız diye yemekten bahsedilmez, yemek yaparken koku çıkarsa Ramazanda illa ki komşuya da gönderilirdi.. bende 'gurmelik' bu zamanlar başladı, pişen yemeklerin tadına bakarak:)) "kızım bi bak şuna tuzu nasıl, eksiği var mı?" diye parmak kadar çocuğa sorulurdu ben de tuzu yok, soğanı az şekilinde bilmiş bilmiş konuşurdum, pek de hoşuma giderdi..

Televizyonda da bu kadar çok reklam yoktu tabi o zamanlar, mesela şimdiki gibi iftar öncesi sucuk reklamı yoktu sanki...bu arada benim bu yazıyı asıl yazma nedenim reklamlardı, her zamanki gibi dağıldım (bilinç akışı:)) ) ..Ramzan ayının geldiğini-yaklaştığını kola ve bilimum yabancı ürün reklamlarından anlıyor olmamız ne kadar acı.. yabancı bir banka Ramazanda daha çok harcayın, daha çok kazanın konulu bir reklam kampanyası yapmış ama ne reklam, izleyince insanın gözleri doluyor, hele kola reklamları, dondurma reklamları insanın içini cız ettiren cinsten, bayrama doğru hepimiz ağlatacak şeker reklamlarının çıkmasını bekliyorum daha, al eline bi rulo tuvalet kağıdı, izle Ramazanda reklamları, ne Binbir gece, ne Hatırla Sevgili.. hepsi hikaye


di mi ama?




PS: pide fotoğrafı http://www.selincaglayan.com/?p=103 adresinden.

6 Ağustos 2007 Pazartesi

insan-insanlar

Grey's Anatomy'nin bir bölümünde bir karakter ameliyat olacak, acil durumda aranacak bir yakınının numarasını istiyorlar, bu sebeple arkadaşının adını yazdırıyor ve de ameliyat olacağını söylemek zorunda kalıyor arkadaşına.. diyor ki "you are my person"

geçen hafta belim tutulduğu için evde raporlu yattım, anne-babam daha yeni yazlığa döndüklerinden ve de abimin eşi de onların yanına gideceğinden haber vemek istemedim gelip bana baksınlar diye.. ihtiyaç da yokmuş zaten...benim person'ım değil people'ım varmış... daha önce yazmıştım ya gidenler çok özleniyor diye, içine bi yalnızlık çöküyor insanın diye, gidenler alınmasın ama çok çökmez artık bana yalnızlık, gözünüz arkada kalmasın... öyle iyi baktı ki arkadaşlarım bana... Allah hepsinden razı olsun, ben gidemeyeceğim diye lunaparka bile gitmediler:)) hatta bir tanesi ilk hastabakıcılık deneyimini benimle yaşadı :)) yerimden kalkamayınca panik bile oldu kuzucuk.. biri günde 8 kere aradı yemeğin var mı, bir şeye ihtiyacın var mı diye..

kocaman bir aile olmuşuz biz fark etmeden..

zor zamanlarda anlaşılıyor daha çok arkadaşların kıymeti.. benim insan arkadaşlarım var... hepinize çok teşekkürler... Allah eksikliğinizi göstermesin...
kocaman kucaklıyorum hepinizi, böööyle sıkıştırarak... hem ne demiş Camus; "herşeyi kucaklıyabiliyorsam sıkmışım acıtmışım ne önemi var" :))

26 Temmuz 2007 Perşembe

yedim yedim yedim+limonata+hayri pitir


bu aralar öyle bir yiyorum ki artik etrafimdakiler her an patlayacakmisim gibi bakiyorlar bana.. ustume olan 2-3 pantalon 2 etek kaldi, cevirip cevirip onlari giyiyorum.. durum cok vahim yani... ama yine de "e yemiyim artik, oyh oyh oyhş, buna bi dur diyip diyet falan yapayim" gibi bir farkindalik duzeyine eremedim:)) ererim bi gun.. di mi??

soylemesi ayip (neden ayip bilmiyorum, caniniz cekmesin diye sanirim) oglen yemegimi resimde gorulen kahve ve dondurmali profiterolle tamamladim, mutluyum.. saka diil cidden mutluyum...cikolata en guzel bisey bence.. booyle insanin icine bi huzur doluyo... yemekten hemen once de buzdan bi limonata ictim, smootie makerla yapilmis, limonlu buz.. bu havada da tam ihtiyac duyulan sey soguk-buz gibi icecekler...hani hararet alsin, vucut isisini dengelesin diye cay icerler ya, asparagaass..inanmayiinn:))

simdi ben limonata cok severim hatta en cok da boyle uzun bardakta, ayakustu pastanede icilen limonatayi, nerde menude limonata gorsem bi icerim, bi de eskiden yazin misafirlikte limonata ikram edilirdi cocuklara, gunlerde falan, bayilirdim ona... dun aksam dayimlara yemege gittigimde yengemin yaptigi limonatayi icince birden 15 sene geriye gittim, ilkokula dondum... (tarif: dokuz limonun kabugu-rendelenmis+8 bardak seker iyice harmanlanip 1 gece bekletilir, ve uzerine limonlarin suyu eklenir..serbet kivaminda bir karisim elde edilir.. limonata yapılacagi zaman suyla karistirip, nane yapragi ile suslenip serviz yapilir, hupur hupur iciliir)

son uc gundur ne yaptigima gelince;

elimde ki işi bitirmek yerine (daha kolay bi is zannettigimden sermistim biraz... yanilmisim.. yine uykusuz kalinacak, vacip..) hari pitirla olan randevuma gittim.. pazartesi baslayan 610 sayfalik sohbetimiz carsamba gunu aksam uzeri sona erdi... bu son gorusmemiz oldugundan biraz huzunlu bir ayrilik oldu, her ne kadar kendisi gittigi yerde rahat/multu olsa da ayrilik zor helbet, bi 610 sayfa daha olsa okurdum.. oyle akici oyle eglenceli ki, kesinlikle hayri pitir fanatiklerni hayalkirikligina ugratmayacak basarili bi son kitap olmus... simdi kitbi okumayan, cevirisi ciksin diye bekleyenler vardir diye cok bisey yazamiyorum ama hayriyia tartismak isteyen olursa acigim:)) alef bu laf sana anlamissindir, zira senden baska pek okuyan yok bu blogspot'u:)))

artik ise donuyorum, dejenere turkcem icin ozurler, turkce karakter kullaniyo muydum kullanmiyo muydum hatirlayamadim da:))

9 Temmuz 2007 Pazartesi

açık mektup

özlemek benim defom sanırım... hep özlüyorum, herkesi özlüyorum.. İtalya'dayken Türkiye'yi, Türkiye'deyken Roma'nın meydanlarını özlüyorum, Başak'ı özlüyorum, sabah huysuz huysuz uyanıp söylenmeyi, onun bana da ballı limonlu ılık su içirmeye çalışmasını, akşam yemeğini 1 hafta önceden planlamayı özlüyorum... Efe'yi özlüyorum, manasız gülmelerimizi, saçma saçma birbirimizi didiklemeyi, alev-efe-ceren üçlüsü olarak her gittiğimiz yerde gülme krizlerine tutulmayı özlüyorum... beraber türk filmlerinin taklitlerini yapıp insanları güldürmeyi, sonu gelmeyecekmiş gibi sürekli "bi dakka güzelim, önce şunu bi söyle, ama neden..." demesini, tartışmanın ya 1 şişe şarapla ya da sınırsız aburcuburla son bulmasını özlüyorum... sinemaya gidemiyorum artık, kimse benimle beraber o kadar çok gülmüyor ve ben ağlayınca dalga geçerek beni güldürmeye çalışmıyor... ya da anlamıyor o an sadece ve sadece ağlamaya ihtiyacım olduğunu...
alefimi de özlüyorum, kapıyı çalıp kendi evime girer gibi onun evine girmeyi, hayatta hiç içmediğim kadar çok çayı içmeyi, aptal saptal televizyon programlarını izleyip dedikodu yapmayı, omzunda ağlamayı, gözümüzden yaş gelene kadar kapıyla aynı renk olmuş adama gülmeyi özlüyorum (tamam alev, ona en çok ben gülüyorum, sen benim senelerdir bunda bu kadar gülecek ne bulduğumu düşünüp halime gülüyosun, onu da biliyorum yaanii).. teklifsiz-davetsiz ben geldim, çorpa versene buz kesti ayaklarım demeyi özlüyorum...
eşşek kafalılar, çok şey vardı kalkıp gittiniz hepiniz... ya tamam gittiğiniz yerlerde mutlusunuz falan, onu düşündükçe mutlu oluyorum, görşüyoruz-konuşuyoruz falan ama ne biliyim, aslında eski hayatımı özlüyorum sanırım...
Allahtan alefle süpper bi Kaş haftası geçirdik de, az biraz rahatladım..(canımcım beniimmm)
neysse, şimdi efe burda ;
http://www.ncl.com/nclweb/fleet/shipInformation.html;jsessionid=GR0H9RzWg1vyLGQSbznGK08xk2JdKDFM!-1681849817?shipCode=PEARL :)) bakalım ne anılarda ne resimlerle dönecek miço arkadaşım:PP.. efe ya dön artık, çok birikti konuşacak.. sana diyoruuumm, dinle burayı!!!
ya başak diyorum ki bi tatile gitsek yine beraber, babam bize kızsa "hicap duyuyorum" dese biz kelebek okuyunca falam:)) hem yemek bile yapmıyorum ben artık biliyo musun?? sen yemiyince bi keyfi olmuyo arkadaşımmm... e gel artık...

4 Temmuz 2007 Çarşamba

kaş mı desem çıralı mı




Her konuda olduğu gibi bu konuda da tembelim.. başladım blog olayına bir heves, yaptığım mamaları, okuduğum kitapları, izlediklerimi falam yazayım diye ama olmadı..bir türlü düzenli yazmayı beceremeyeceğim sanırım.. neyse en azından aklıma geldikçe, elim gittikçe yazayım bari..

Geçen haftlarda 5-6 gün Kaş'a 3 gün de Çıralı-Olympos'a gittim...bir yengeç burcunu deniz kadar başka hiç birşey canlandıramaz bence... Kaş'ın dibi sanki spotla aydınlatılmış gibi berrak denizi mi Çıralı'nın sonsuz kumsallara benzeyen denizi mi daha güzel derseniz karar veremem gerçekten...

Kaş'a Alefcim ve eşiyle beraber gittik... çok özlemişim, Alev Londra'da yaşadığı için skype hariç pek görüşemiyoruz haliyle.. konuşacak ne çok şey birikmiş, ne sessizlikler birikmiş, ne keyifler.. ilaç gibi geldi 5 gün... her ne kadar 3000km nedir bunca yıllık dostluğun yanında desek de özlem zor şey tabi.. konuşuyorsun ama gözlerinin bakışını, sıcaklığını alamadığın zaman eksik kalıyor birşeyler.. birikmişleri döktük, yenilerini biriktirdik 5 günde.. denizin tuzuyla ve güneşle kavurduk günleri, begovillerin altında serin serin muhabbet ettik, liman ağzındaki ufak deniz kestanesi olayını ve çıplak ayakla betonda yürüyen Cüneyt'in tabanlarının haşlanmasını saymazsak çok dingin ve sakin bi tatil oldu, şişede balık olduk, nargileleri tüttürdük...yasemin ve taze nane kokularının arasında içtiğim elmalı nargilenin tadı damağımda kaldı...ama en çok Alev'den ayrılmak zor geldi, buna da şükür tabi ya o bir hafta da olmasaydı, di mi ama:)))

Sonraki hafta, perşembe akşamından 11 kişi yola çıktık (bütün oda izin alamdığımız için selinciği nöbetçi bıraktık, cuma akşamı geldi), yolda sucuk ekmekleri yedikten sonra (evet, cidden gece 02:30'da sucuklu tost yedim ben) sabah Çıralıda inip kahvaltı bile etmeden denize attık kendimizi... Çıralı'da kaldığımız otel değil de (Otelin sahibi bize baktıkça gözünde dolar işaretleri çıkıyordu, sanırım kendisi için yabancı turistten daha az para bırakan bir grup yerli sefilden başka bir şey değildik.. her neyse, konu bu değil) 3 gün boyunca hergün öğlen ve akşam yemeklerimizi parmaklarımızla beraber yediğimiz Orange Motel tatilin unutulmaz olmasında birinci etkendi..yediğimiz köpoğlu mancasının(böyle mi yazılıyor bu??) tadı hala hepimizin damağında, döneli 3 gün oldu, anlata anlata bitiremedik... insan 6 öğün aynı şeyi yer mi ya:)) Dolunayın denize şavkı vurdukça gündüz olan gecede yüzmek ve dolunaya karşı sahilde uyuya kalmak, ertesi gün yağan sağnakta suyun altından damlaların denize düşüşünü izlemek hem yeni hem de unutulmaz deneyimlerdi... 12 kişinin beraber tatil yapması, kimsenin çıkıntılık yapmaması, şikayetlerin ve memnuniyetlerin ortak olması inanılır gibi değildi...

Dido'nun şarkısındaki gibi "I've still got sand in my shoes.." yıkayamıyorum tuz kokan şezlong örtüsünü, sanki deniz kokusu evde bi yerlerde kalırsa Ankara birden daha az kuru olacak gibi... Yanlış anlaşılmasın, seviyorum ben bu şehri ama bi de denizi olsa...

19 Nisan 2007 Perşembe

of beahhh

ya böyle bişeye heves ediyor insan, sonra iğrenç oluyor herşey.. hani derler ya bi şeyi çok istemeyeceksin, peki çok isitiyorsan ne yapacaksın? yani istiyorsun, isteğin derecesi ayarlanamaz ki.. ayarlanabilse istek olmaz, mantık dahlinde bir talep olur.. ha bir de "kendini kaptırma çok" lafı vardır.. peki kendini kaptırmadan nasıl aşık olunur.. "hmm saat 18:30 itibariyle bir ufak kalp çarpıntısı yaşanacak, gözgöze gelinmesi halinde 'hiii' denecek, akabinde akşam yemeği yenecek" şeklinde program yaparak aşık olunmaz ki..

tamam ben de hiç tanımadığım birisine bu kadar "head over heels" kapılarak çok iyi bişey yapmıyorum ama oluyor işte, midemdeki karıncalanma hissini, sınava girecekmişim gibi sürekli tuvalete gitme zorunluğunu engelleyebilsem ben ben olmazdım zaten...

bizim aile zaten anormaldir, öyle olunca genlerden geliyo sanki bu olay... böyle bi tutkuyla herşeye bi şevkle ateşle herşeye sarılıp, aşırı bağlanırız...

neyse... bakalım bu cuma ne olacak...

17 Nisan 2007 Salı

iş bitti.. uykusuz gecelere talim..

tahmin edileceği üzre dead-line bugün olduğundan ancak bugün bitti işim:)) bu arada dilimde ufak bir yara çıktığı için konuşurken canım yanıyordu.. bu beni durdurdu mu? hayıırrr konuştum da konuştum, sonunda yara daha da iğrenç oldu, bi krem sürmeye başladım, ama krem kortizonlu.. kuzen herhalde konuşamayım diye verdi (kuzen eczacı da:) ) neyse işte şimdi yıllardır taklidini yaptığım peltekler gibi s ve z harflerini ve hatta r harflerini söyleyemiyorum... krem eriyince de dilim acıyo konuşamıyorum... bu ne yaman çelişki böyle... oy oy oy

diğer başlığa gelince, küt küt atıyor kalbim, liseli kızlar gibi uykusuz gecelere talim...

desem...

gece rüyanda görmek isteyeceğin birileri varsa... hayat bi başka mı güzel ne?

Allah sonumu hayır etsin:))

16 Nisan 2007 Pazartesi

tembellik doğuştan mı, sonradan kazanılan bir yetenek mi?

Saat 05:40, pazartesi sabahı... normal çalışan insanın (hele de Ankara'da yaşıyorsa) uyuduğu, uyansa da "ooohhh, 1-1,5 saat daha yatarım, missss" dediği saat.. ben ne yapıyorum, çeviri yapacağım diye saat kurdum, kalktım, sonra vazgeçim ama aklıma takılanlar yüzünden geri uyuyamadım, blog yazıyorum...

İş yerinde bize bir dead-line veriyolar, işte şu gün, şu saate kadar işinizi teslim edin diye. Allahları var acil bir iş yoksa çok da insaflı tarihler oluyor.. ideal olan iş gelir gelmez başlayıp, bir an önce bitirip teslim etmek ama an itibariyle görüldüğü üzre ben bütün haftasonu yayılıp pazatesi sabah 5'e işi bırakıp, o zaman da yapmıyorum.. neden?? çünkü dead-line salıya...

Peki neden?? ödevleri de böyle son dakikaya bırakırdım ben hep, hatta tezimi bile postalamam gereken günün sabahında cilde verebildim.. O kadar son dakikacı bir insanım... kazara erken bitirdiğim de oluyor, o zaman pek bi ferah oluyorum, diyorum e işte bak ne güzelmiş, hep yapsana bunu... ama yok, illa ki son saniye böyle bir panik bir adrenalin olcak, yetişti yetişmedi.. manasız sabahlanılacak, işe kan çanağı-şiş gözlerle gidiliecek, asansörde makyajsız-saçbaş felaket bir şekilde yeni kuaförden çıkmışlara uzaylıymış gibi görünülecek, aşırı kahve içilip hiperaktif olunacak, oda arkadaşlarını bayana kadar konuşulacak...vs vs vs...

Geçmez değil mi? öyle hani bunun bi ilacı, hapı falan yoktur, terapisi-tedavisi...28 senelik hayatım böyle geçti, devamı da böyle değil mi? Of... neyse işe döneyim bari.. 1 saatte ne çevirsem kârdır...

bi maillerime bakayımda önce:)) yoksa arkadaşa muffin sözüm vardı, muffin mi yapsam şöyle taze taze götürsem sabah...nam nam nam...çikolatalı....hmmmm...

ceren "the son dakika insanı"

10 Nisan 2007 Salı

ilk yazı

ne diyebilirim ilk olarak... kendimi anlatayım azıcık.. profilde de görüldüğü gibi konuşmayı, okumayı, interneti, televizyonu ve de ille de telefonu pek seviyorum... içimde birikenleri atmak/paylaşmak için bir yer lazımdı sanki... düzenli mailleşemiyorum bazı arkadaşlarla, işte onlar gelip okusunlar, nerdeyim neler yaptım, yapıyorum... tabi bir de tanımayanlardan okuyanlar olabilir... buyursunlar gelsinler:)) en güzel bişey yeni insanlara ulaşmak, pek severim ben insan.. haa yengeç burcuyum zaten..çeviri falan yapıyorum iş olarak, televizyon izliyorum çalışmıyorsam, tam çömlek gibiyim, kalkmam TV başından, anlamlı anlamsız herşeyi izleyebilirim, bir de internette ordan oraya gidip tıp makalelerinden dizi forumlarına kadar bir sürü şey okuyorum, aklımda kalsa her okuduğum o hoooo, acayip bişey olurdum...

spora başlamak, kilo vermek, fransızcayı ilerletmek yakın tarihli hedeflerim& hayallerim arasında...

aa bi de bugün bana yeni bilgisayar geldi (işyerinde), çoook güssselll böyle siyaah, ince ekranlı falam.. çok güssel cidden... çok mutluyum çoookkk:))

görüldüğü üzere tam anlamıyla blog'un adı gibi bir yazı oldu.. bilinç akışı işte:)))